İstanbul
Mutlu bir sonbahar gününün gerisinde kalmış, havanın kararmasına dakikalar kalan
bir andı o an. Rüzgâr kulağıma bir şeyler fısıldıyor gibiydi. Sanki anlatmak istediği bir şeyler
vardı bana. Yaprakların ağaçtan düşüp yere değerken çıkardığı ses, içimde hoş bir duygu
uyandırıyordu. Daldan düşen yapraklar ve rüzgârın hafif hafif, içtenlikle söylediği
nağmeler… Benden hoşlanmış gibiydi rüzgâr; saçlarımı dağıtıyor ve benimle dans eder
gibiydi. Uzaktan uzağa, inceden bir sesti bu. Daha çok sonbahar akşamına yakışır bir şekilde
çalınan kemanı andırıyordu. Belki de bu sesi çok uzaklardan gelen kayıkçıların ve martıların
çıkardığı sesler oluşturuyordu, bilmiyorum. Her şeyiyle sonbahara yakışır bir akşamdı o
akşam. Kafamın içi uzaklardan görünen deniz kadar berrak ve sakindi. Tek başıma o bankta
oturmuş, hayatı seyrediyordum.
Nasıl olduğunu anlamadım ama birden sen belirdin sağ tarafımda. Nasıl bu
kadar sessizce yanıma geldiğini merak etmiştim doğrusu. Belki de ben çok dalgındım,
geldiğini anlamayacak kadar, her neyse. Geldin ve bankın sağ tarafına usulca oturdun.
Kahverengi uzun saçların vardı. Rüzgâr saçını dağıtıyor, gözünün önüne getiriyordu. Sadeliğe
yakışır şekilde bir giyimin vardı. Çok güzeldin. Geldiğin andan beri sana bakıyor, gözlerimi
alamıyordum senden. Sen ise denizi seyrediyordun, sanki kulağınla bir sesi yakalamış gibi bir
halin vardı. Dikkatinin bir kısmını da ona verdiğin yüzündeki şaşkınlık ifadesinden net bir
şekilde anlaşılıyordu. Tahmin ediyorum ki sen de benim gibi sesi kemanı andıran kayıkçıların
ve martıların sesini anlamaya çalışıyordun. Sonra kafanı yavaşça bana doğru çevirdin. O anda
ağaçların baharda olduğu gibi tekrar yeşile büründüğünü, akşam sakinliğine sahip denizin
daha coşkulu dalgalara sahip olduğunu, martıların yorgunluklarını unutup daha hızlı
uçtuklarını düşünmeye başladım. O anda aklım bir kâğıt parçası gibi hafiflemişti. Rüzgâr
aldığı gibi uçurdu, nereye uçurduğunu kendisi bile bilmiyordu. O anda donup kalmıştım, ne
diyeceğimi bilemiyordum. Ne desem acaba? Ne demeliyim acaba sana? Ne demeliydim de bu
nefesimi kesen zamana bir son verip normale dönmeliydim? Çünkü kendimi hissetmiyordum
sen bana bakınca. Ucu bucağı olmayan sonsuzluk geçiyordu içimden, hepsi bu. Vücudum
kaskatı kesilmiş, hareket edemiyordum. Sana dokunmak istiyordum, rüzgârın şarkılar
okuduğu saçlarına, bana içten içe gülümseyen ve gamzelerini ortaya çıkaran yanaklarına ve o
narin omuzlarına. Fakat büyülemiştin beni, bunların hiç birini yapamıyordum. Her şeyin
normale dönmesi için rüzgârı ve keman sesini andıran martı ve kayıkçıların sesini duymak
istiyordum artık. Fakat duyabildiğim tek ses, nefesindi. Sakin, durgun, dinlendirici bir nefesin
vardı. Bu sesi tüm seslere değişebilirdim. Çok garipti, gerçekten de öyleydi. Kıpırdayamıyor
ve nefesinden başka bir şey duyamıyordum. Adeta büyülenmiştim. Nedenini bilmiyorum,
belki saçlarından, belki giyiminden, belki gözlerinden, belki de güzelliğinden.
Bana baktığın an fark ettim. Gözlerin çok derinden bakıyordu, derinlerden
gelen hisli, derin bakışlar. Sanki konuşuyordu gözlerin, evet gözlerin içten içe benimle
konuşuyordu. Rüzgârın sana dediklerini anlatmaya çalışır gibi. Ama konuşmuyordun,
neden konuşmuyordun sahiden? Kelimelerin yetemeyeceğini mi düşünüyordun yoksa? Ya
da anlatmak mı istemiyordun? Yoksa o sonbahar akşamının o asil sessizliğini mi bölmek
istemiyordun? Belki de konuşmasan da seni anlayacağımı düşünüyordun, inan ki bu sorunun
cevabını bilmiyorum. Tek bildiğim gözlerinin benimle konuşmak istemesi.
Tahminimce sessizliği bölmek istemedin. Bana bakmayı bırakıp tekrar denizi
seyretmenden anlıyorum bunu. Yakamozu izliyordun, bense sana bakmaya devam ediyordum.
Rüzgârın saygıyla taşıdığı tuz kokusunu içime çekiyordum. Ohh, tertemiz ve ferah… Fakat
heyecanım hala devam ediyor, yatışmıyordu bir türlü. O sonbahar gününden geriye kalan
saatler sanki sonsuzluğa açılıyor gibiydi. Dünyanın en güzel yerini sorsalar tam olarak sağ
yanımı tarif ederdim. Çünkü orada sen vardın. Usulca denizden gelen tuz kokusunu her
burnuna çekişinde sanki benden de bir parça içine doluyor gibiydi. Bu durumdan memnun
gibiydin, huzur doluydun burada. Rüzgârın sana fısıldadığı şeyler hoşuna gider gibiydi.
Martıların ve kayıkçıların sesleri gecenin orkestrası gibiydi. Yere düşen yapraklar da onlara
eşlik ediyordu.
Birdenbire artık konuşabileceğimi fark ettim, dilim çözülmüş gibiydi. Evet, artık
özgürdüm, seninle konuşabiliyordum. “Nasılsın?” dedim sana, ilk dediğim şey bu olmuştu.
Bu soru karşısında şaşırmıştın adeta çünkü benden böyle bir şey duymayı beklemiyor
gibiydin. Kafanı yavaşça bana doğru çevirerek tekrar bana bakmaya başladın. Tekrar bana
bakıyordun, gözlerime. Ve gözlerin çok güzeldi. Uzun uzun yine bana bakmaya başladın.
Vereceğin cevabı merak ediyordum. Acaba bana ne söyleyecektin? Tüm dikkatimi sana
vermiş seni izliyordum. Konuşmaya başlamadan önce aldığın nefesi hissediyordum. Sanki o
an aldığın nefesle birlikte ben de toz olmuş ve havaya karışmış gibi hissediyordum kendimi.
Üflediğin an uçacak gibiydim. Söylediğin tek bir şey beni olduğum yerden uçurmaya
yetebilecek güçteydi. Artık kendimi çok hafif ve her şeyden uzak hissediyordum. Çünkü
etrafta sen ve benden başka hiç kimse yoktu. Sadece ikimiz vardık, beraberdik. Ve ben artık
hazırdım, bir toz bulutu kadar hafiflemiş, artık kendimi sana bırakmıştım.
Hazırdım, ne söyleyeceksen hazırdım, söyleyeceğin her şeye. Artık senindim,
tamamen. Ve beklediğim o an gelmişti. Konuşmaya başlıyordun çünkü! Ama hayır, hayır
bu mümkün olamaz, mümkün değil! Öylesine gerçek, öylesine sıcak, öylesine içtendi ki bu
ihtimal dahi vermemiştim buna. Belki de unutmuş olmalıydım, çünkü her şey o kadar güzel
ve büyüleyiciydi ki… Lanet olası alarm!
0 yorum:
Yorum Gönder