Bumerang - Yazarkafe

AB ve TÜRKİYE'nin AB POLİTİKASI


Türkiye’de siyasin ağzına bulaşmış iki harf: AB. Peki neydi bu AB ne işe yarardı, ne işimize yarayacaktı? Avrupa Birliğine 1959 dan beri bir girme çabası içerisindeyiz. Bugün ulaştığımız sonuç halen daha bu birliğe dahil olamamış olmamız. Gördüğümüz kadarıyla da uzun zamandır Avrupa Birliğine girmek/katılmak gibi bir gayemiz yok, olmayacakta. Türkiye, artık bu demode olmuş, laşkalaşmış Avrupalıların kurduğu birliğe girmek istemiyor. Bundan 10, 20, …  yıl sonra gelecek hükümetler yeniden bu sevdanın peşine düşerler mi bilemeyiz. Tansu Çiller’in 1998’de AB’ye tam üyeyiz sözünü bugün 30 yaşında bulunan kardeşlerimiz hatırlarlar. Bu süreç bizde bazen gülünç bazen de gerçekten acınası halimize gülüyoruz türünden izler bıraktı.
Avrupa Birliğini Gülten Kazgan tarihsel süreç olarak Avrupa’nın Avrupa’yla/Avrupalının Avrupalıyla savaşlarından doğan büyük ekonomik sıkıntılara son vermek amacıyla şu şekilde söylüyor. “Son 138 yılda gırtlak gırtlağa savaşan Fransa’yla Almanya’nın buna çözümü Avrupa Birliğini yaratmakla bulup birlikte yarım yüz yıldır bunu adım adım inşa etmeye, diğer Avrupa üyelerini de peşlerine takarak geçmeleri, bu davranış biçiminin en tipik öğrendiğidir.” Kazgan’ın aktardığı şekilde, Avrupa yıkılan ekonomisini veya herhangi bir olumsuzluk, savaş, siyasi çatışmada doğabilecek büyük krizlere karşı garantiye almış, tekrar güçlenmesi ve gücünü koruyarak artırması için bir yol bulmuş. Ancak bu birlikteliğin beklentisi olan güçlü ekonomi tüm Avrupa ülkelerinde öyle hayal edildiği gibi gelişmedi. 1980 yıllarda Avrupa Birliğine dahil olan Yunanistan’ın ekonomisinin kötüye gidişini, batışa sürüklenişini anlatan haber manşetleri hala gözümüzün önünde. Hatta bir Avrupa Birliği üyesi olan Yunanistan ekonomik çöküşünü ilan etmişti. Yunan komşumuz benzin kuyrukları oluşturmaya başlamış, ekonomik olarak tam anlamıyla batmıştı. Tabi bu hale gelen Yunan komşumuzu kurtarmak adına AB toplanmış ve sırt sırta vererek Yunanistan’ı ayakta tutma çabalarına girişmişlerdi. Avrupa Birliği, Yunanistan’ın ekonomisini koruyamamış, güçlendirememiş bunun yerine batmasını izlemiş sonra da “baktık doğrulamıyorsun bari biz doğrultalım” demişlerdi. Bunun ardından İngiltere Başbakanı David Cameron, 1973 yılından beri sürdürdükleri AB üyeliğini önce yeniden müzakere etmek, ardından ise İngiliz halkına AB'de kalmayı isteyip istemediğini sormak sormak istediğini dile getirmişti. AB’den ayrılamak için referanduma gideceği açıklaması bir çok ülke tarafından olduğu gibi ülkemizde de tartışılmıştı. Bununla ilgili olarak ‘Britain and EU ; İnternational Perspective’ adelı panelde konuşan LSE Turkish Studies Başkanı Prof. Şevket Pamuk, Türkiye’nin ilişkileri ve bakış açısından değerlendirdiği İngiltere’nin AB’den ayrılma referandumu ve ihtimaline ilişkin olarak ‘Bizim için değerli olan Avrupa Birliği içindeki İngiltere’dir’ dedi. Bizim için değerli de İngiltere’nin hükümeti oluşturan parti başkanı bu birlikteliğin devamının getireceği sonuçlardan endişeli gibi görünüyordu. Ticaretinin yüzde 50'den fazlasını AB ülkeleriyle yapan 3 buçuk milyon vatandaşının işinin AB ülkeleriyle bağlantılı olduğu İngiltere’nin bu düşüncesi ne anlama geliyor? 2012 yılında Nobel Barış Ödülünü alan Avrupa Birliği’nin oluşumu nasıl gerçekleşmişti?
Dünya Savaşı’nda tank ve denizaltı gibi yoğun olarak çelik ve demir gerektiren madenlere ihtiyaç duyulmuştu. Dünya artık yeni bir döneme sürüklenmiş, pahalı madenler gerektiren silahlar, savaş araçları ortaya çıkmıştı. Bununla birlikte I. Dünya Savaşında tam olarak tatmin olmayan ve gözü daha fazlasında olan devletler yeniden bir savaş hazırlığı içine girmişlerdi. Bir anlamda I. Dünya Savaşı, II. Dünya Savaşına zemin hazırlamıştı. Bu savaşların maliyeti oldukça yüksekti. Artık Avrupa o yüce papasının davetiyle, sadece karın tokluğuna veya ücretli olarak askere insan çağırarak, hatta cennetten arsa hediye ederek Haçlı seferlerinde olduğu gibi savaşa çıkmıyordu. Hitler’in Almanyası göz önüne alındığında kullanılan araçların, tankların, silahların maliyeti oldukça fazlaydı. Bu maliyet Avrupa’yı haliyle yormuştu. Bu dönem üzerine II. Dünya Savaşı sonrası oluşan siyasi hava Batı Avrupa'da birlik ve beraberlik rüzgârları estirmeye başladı. Bu da pek çok kişi tarafından, Avrupa'ya büyük zararlar veren aşırı milliyetçilik düşüncelerinden bir kaçış yolu olarak görülüyordu. Bu düşüncelerle birlikte 1951 yılında, ilk başarıya ulaşan Avrupa içi iş birliği olan, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu önerisi geldi.- Farklı bir noktaya bakmış olacağız ama milliyetçilik fikrini Avrupa’nın göz bebeği Fransa ortaya çıkarmamış mıydı?-
Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu fikrinin ortaya çıkarılma nedeni, dönemin en önemli sanayi hammaddeleri olan kömür ve çelikten doğabilecek herhangi bir uyuşmazlığın önlenmesi, buna bağlı olarak iki ülke arasındaki olası bir savaşın ve doğacak savaşın Avrupa’nın ileri gelenlerini içine çekerek Avrupa Savaşını engellenmesidir. Bu iş birliğinin kurucuları yaptıklarını "Avrupa ittifakında ilk adım" olarak nitelediler. Bu topluluğun oluşumunda İtalya ve Benelüks ülkeleri: Belçika, Hollanda, Lüksemburg yer aldı. Avrupa Birliği'nin temelleri 1951 yılında, altı ülkenin katılımıyla oluşturulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu'na ve 1957 Roma Antlaşması'na dayanmaktadır. O dönemden bu yana, birlik yeni üyelerin katılımlarıyla boyut olarak büyümüş; var olan yetkilerine yeni görev ve sorumluluk alanları ekleyerek de gücünü arttırmıştır. Üye devletler Aralık 2007'de, birliğin bugüne dek yaptığı antlaşmalar ile yasal yapısını güncellemek ve iyileştirmek amacıyla Lizbon Antlaşması imzalanmıştır. Ancak bu sadece bir temel, bir başlangıçtı. 1957 yılında iki yeni topluluk daha kurulmuş ve bu üç topluluk 1967 yılında birleşerek Avrupa Topluluğu’nu (AT) oluşturmuşlardı. Bunlar; gümrük birliği işlemlerini sağlayan Avrupa Ekonomik Topluluğu ve nükleer enerji çalışmaları yürütmek için kurulan Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu idi. 7 Şubat 1992 tarihinde Maastricht Antlaşmasının imzalanmasıyla içinde ilk kez Avrupa Birliği geçen bir anlaşma imzalanmış ve AB resmi olarak ortaya çıktı.
Avrupalıların, tarihsel olarak baktığımızda birlikleri ve beraber hareket edişleri daha önce bahsettiğimiz gibi o yüce papalarının haçlı orduları oluşturmak istemesiyle gerçekleşmişti. Buna rağmen dilinde, dininde, kültüründe benzerlikler taşımadığımız Avrupa Birliğine bir zamanlar dahil olma çabamız takdire şayandır. Hatta AB’yle yürüttüğümüz ortak projeler ve ticari anlaşmalarla kültürlerini her geçen gün içimizde biraz daha hissetmekteyiz. Başkanımız R. Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz 5 yıla kadar, bir çok standartta Avrupa Birliğine hali hazırda üye olan ülkelerden daha iyi bir seviyede olduğumuzu söylemesi ve bundan sitem edişini hatırlıyoruz. Bu durum AB ülkelerinin çok iyi standartlarda ülkeler olduğunu mu gösteriyor diye soracak olursanız tabiiki hayır. Bizden iyi oldukları noktalar var ama bu tamamıyla bizden iyi, bizim erişemeyeceğimiz bir noktaymış gibi gözükmesin. AB’nin bizden ne getireceğini ne götüreceğini masa başında ufak hesaplar yaparak anlayamayız ama AB ülkelerinin bugün bulundukları durumlar, bizi akıbetimiz hakkında düşündürmeli ve körü körüne AB AB diye beklemememiz gerektiğini göstermiş olmalı.

Türkiye’nin AB’yle imzaladığı Ankara Antlaşmasına göre, AB’ye üyeliğimiz üç aşamaya ayrılmış ve 1964 de uygulanmaya başlanmıştı. Bu antlaşmaya göre Türkiye’nin AB ile bütünleşmesi için, hazırlık dönemi, geçiş dönemi ve nihai dönem olarak üç ayrı evreye öngörülmüştü. Hazırlık sürecisin 1970de sona ermesiyle imzalanan Katma Protokol 1973 de yürürlüğe girmiş ve geçiş döneminin şekli belirlenmiş, taraflara düşen görevler kararlaştırılmıştı. Bunun devamı olarak 1996 tarihinde AB ile Gümrük Birliği imzalanmış ve gümrüklerimiz, AB üye ülkelerin kendi aralarında oluşturdukları şekilde vergisiz geçiş ve düşük vergilerle geçiş olarak gümrüklerimizden elde ettiğimiz vergiyi kısıtlamış ve azaltmıştı. Bununla beraber düşük vergi ücretleriyle birlikte Avrupalı şirketlerin ülkemize ticaret için gelmesi ve yerleşmesi kaçınılmaz bir durum olmuştu ki, bu durum hat safhaya dahi ulaşmıştır. Oluşturulan bu ticaret ağı bizden tamamen farklı bir kültürü tam içimize yerleştirmiş ve kültür misyonerliği yapmaya başlattı. Bunun ardından 1999 da Helsinki’de yapılan AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesinde AB üyeliğine adaylığımızı tescillemiş. Bu tescilleme işlemi zannediyorum ki sadece “adaylığımız” üzerineydi ki yine aynı AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi 2004’te Brüksel’de yapıldığında Helsinki’de alınan karar teyit edilmişti. Bu durum bariz bir şekilde oyalamaktan farksızdı. 1999da tescil 2004te teyit edilmesi, Avrupa’da Dünya Savaşlarının ardından ortaya çıkan, bizden çok daha yeni olan devletler kadar hızlı bir şekilde bu AB denen birliğe dâhil olamıyorduk. Yavaş yavaş takip edilen ve uygulanan bu süreç haddinden fazla oyalayıcı olmuştu. 2004de Brüksel’de adaylığımız teyit edildiği zaman bize “Türkiye, siyasi kıstaslarını yeterince geliştirdiğinden 2005 yılında müzakereleri başlatacak” larını söylemişlerdi. O tarihten sonra bir dizi değişikliğe giden Türkiye hukuksal, anayasal, sosyal, ekonomik vs. olmak üzere bir çok alanda değişiklik ve yeniden düzenleme yönüne gitmişti. Ancak tüm bu yapılanlar karşısında AB’nin takındığı durum, hal ve vaziyet hiçbir zaman beklediğimiz şekilde olmamıştır. Sürekli farklı farklı aşamalar icat ederek, bu süreci yavaşlatma noktasına getirmek için çalışmışlarsa da bunlarla birlikte arada bir AB üye ülkelerden bizi AB’de görmek istediklerini duymak gibi destekleyici açıklamalarla da karşılaştık. Yeter artık diyeceğimiz bir vakitte tekrar bize “hadi yine iyisin” vari açıklamalar ve desteklerle, tam olarak bizi oyalamaktan başka bir iş gütmüş değiller. AB ye hazırlık sürecinde ve geçiş süreci olarak nitelendirdikleri dönemler içinde yaptığımız çalışmalar daha iyi bir Türkiye yolunda ilerle olmuştur. AB her yılın sonbahar aylarında bir rapor hazırlayarak aday ülkelere bunu gönderiyor ve bu raporda onlara ne kadar ilerlediklerini, daha ne kadar ilerlemeleri gerektiğini anlatıyor. Türkiye için bu rapor en son 2012 yılında verildi. Bunun nedeni de Türkiye artık AB için, her ne kadar AB Bakanımız olsa da, eskiden olduğu kadar çalışmıyor. Her yıl kurulan AB masaları son 2 yıldır kurulmamakta ve AB dışında farklı arayışlar içinde bulunmamız bu süreci resmi olarak açıklanmasa da kendi tarafımızdan askıya andığımızın bir göstergesidir. 58. , 59. , ve 60. Hükümet’in Başbakanı R. T. Erdoğan’ın göreve geldiği 2002 yılından itibaren bu sürecin tamamlanması için çalışmış olmasına rağmen son dönemlerde üyelik fikrinden oldukça uzaklaşmış olduğunu görebiliyoruz. Kendisi, Türkiye için AB’den daha farklı bir birlikte yer alma düşüncesi içerinde yer alıyor. Rusyanın ve İranın liderlik ettiği Şangay Beşlisi adında ki birlik için başvuru hazırlığında bulunan Türkiye, AB fikrinden neredeyse vazgeçmiş durumda. Başbakanın “onlar almazsa, bizde Şangay Beşlisine dâhil oluruz” dediğini gazete manşetlerinden ve satır başlarından okumuştuk.  AB’nin 1959’dan beri deyim yerindeyse “ kapısında bekletmesinden” sıkıldık ve usandık. Bunun dışında artık AB’nin kendi gücünü sağlaması ve kendini denetleyip koruması tartışılabilir bir hale geldi. Oluşan bu durum da AB, Türkiye’ye büyük anlamda, gözle görülecek şekilde katkı sağlayamayacak izlenimi ortaya çıkarıyor. Katkı sağlaması dışında akıbetimizin de Yunanistan’a benzemesi gibi bir ihtimal göz ardı edilemez.

Yusuf Kenan Duran- Bıyıklı Mecmua 
Share on Google Plus

About Unknown

    Blogger Comment
    Facebook Comment

0 yorum:

Yorum Gönder